KOLAJART || INTERWIEV || KUNST MAGAZIN || DEZEMBER 2018
Almanya’da yaşayan Ali Zülfikar’ı Türkiye’de çok sayıda insan sadece son zamandaki resimleri ve yaptığı farklı protestolar ile biliyor. Daha doğrusu bu protestolar sonrasında sadece Almanya’da böyle bir ressam varmış diyebiliyor, ama bir çoğumuz uzun yıllardır Almaya’da yaşayan Ali Zülfikar’a sanatçı oluşu cephesinden bakmadık.
Bu protesto tartışmalarını bugün için bir tarafa bırakarak Ali Zülfikar ile sanat yaşamı ve sanatı odaklı söyleşi yapmamızda ; Türk halkı ve özellikle sanat dünyasının onu öncelikle sanatıyla tanımasını istememizin,bizden biri olmasına rağmen dışarıdan bir gözle Türkiye’deki sanata ve sanatçıya bakılınca neler görüldüğünü tecrübe etmesinin, uzun süredir yaşadığı Avrupa’daki tecrübelerinin dışarıya açılmaya çalışanlara ve özellikle gençlere katkı sağlayacağını düşünmemizinönemli etken olduğunu vurgularım.
Kendisiyle sonraki dönemde daha geniş bir söyleşi yapmak konusunda mutabık kalarak söyleşiye başladık.
Vecdi UZUN: Sanata ilk ilgi duyduğunuz zamandan başlayarak bugüne kadar geçen sanat sürecinizi , buralardaki önemli köşe taşlarını, bu köşe taşlarının sizin sanat hayatınızda yarattığı değişim ve dönüşümleri anlatır mısınız?
Ali ZÜLFİKAR: Kariyerimin çocukluk yıllarımdaki yaşadıklarımın izlerinde olduğunu görebiliyorum. Yaşadığım süreç içindeki dönemeçlerimin yapı taşlarında bu gizemli güç kendini tekrardan yarattı. Beynim hep bu tarihi mağara resimleri ve mezar taşlarındaki tabletleri bezeli zenginliklerle meşguldu. Çelik-çomak oynayarak yetiştiğim bu geçmişteki hayatımı sürekli rüyamda görüyor ve daha sonra kendi kendime yorumlayarak bunlardaki sanatsal ve esas motifleri anlamaya çalışıyordum. O zamanlar bu motifleri anlayacak ne bir sanat öğretmenimiz ne de bir sanatsal donanıma sahip kurumlarımız mevcuttu. Tarihsel dokusu ve kökleri bu kadar zengin bir ülke olmamıza ve sanat alanında geriledikçe gerilememize rağmen kalan varlıklarıyla beni etkileyen çocukluğumdaki rüyalarım ile içimdeki o duyguyu hiç unutmadım.
İlkokul yıllarımda resme ilgimi sevgili öğretmenim Esat Soydemir fark etti. Daha sonra ortaokulu Yavuzeli’nde okuduğum dönemlerde Murat Aydın Doma hocamızın öncülüğünde katıldığım yarışma sonucunda birincilik ödülü “Güneş de doğar” isimli çalışmama verildi. Liseyi Gaziantep Şehit Şahin Lisesi’nde okuduktan sonra Elazığ Fırat Üniversitesi’ni kazandım. Cemal Aslan ve Memduh Kuzay hocamızın atölyesinde sanat eğitimimi aldım. 1993 yılında hocalarımın referansı ile Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölümüne başvurdum. Giriş sınavı için iki ay boyunca Prof. Dr. Gökhan Anlağan hocamızın Devlet Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksek Okulu’daki özel derslerine katıldım ve eleme sınavlarını geçerek 300 kişilik listede yer aldım. Tek tercihim olan Resim Bölümü listesinde adımı bulamayınca çok öfkelendim. Kaybedenler listesinde de adımı göremeyince hakkımı aramak için sayın Celal Doğan vasıtasıyla sevgili Prof. Dr. Haluk Tezonar hocamız ile Kadıköy’deki bürosunda buluştum. Sevgili hocamız “Onlarla uğraşamazsın. Seni Marmara Güzel Sanatlara alalım” deyince vazgeçtim. Kendisi beni sınavlara hazırlanmak için Gaziantep’e sayın Yılmaz Kale hocamıza gönderdi.
Gaziantep’te sınavı hazırlanırken sevgili şair arkadaşım Bülent Özcan`ın Yeşilsu Otobüs Durağı’ndaki sergi önerisi benim hayatımı tamamen değiştirdi. Bu sergi yüzünden üç gün Emniyet Müdürlüğü’nde kaldım, bu sergi yerel basında büyük yankı uyandırdı, ancak Haluk hocamız bu sergiden sonra bir daha benimle konuşmadı. Haklı olarak bana kızmıştı. Olanlara rağmen sınavlarına girdim. Elemeler sonucu yedinci sırada yer bulmuştum. Bu kez de “mülakat” sınavında “ikinci bir üniversitede okuduğum” gerekçe gösterildiğinden bir anda kırk birinci sıraya düştüm. Yedekler arasında birinci sırada olmama rağmen bir daha aranmadım. Bu yaşadıklarım bende büyük bir deprem etkisi yaratmıştı. Benim ardımdan Önder Aydın ve Yaşar Tümen arkadaşlarım da mülakat sınavlarında elenmişti. Sanat akademisinde okuma hayallerim tükenmiş ve göz göre göre hakkımı yemişlerdi. Fırat Üniversitesi’ne geri dönmek zorunda kaldım. 1995 yılında politik sorunlarımdan dolayı Fırat Üniversitesi’ni terk ederek önce İstanbul’a gittim, sonrasında 1997 yılında yurtdışına çıkmak zorunda bırakıldım.
1999 yılında itibaren Avrupa’da Uluslararası sanat müzeleri, sanat galerileri ve sanat fuarları olmak üzere 170 sergide yer aldım. 2002 yılında kök boyasıyla resimler yapmaya başladım. 2004 yılından 2014 yılına kadar Köln şehrinde Galerie Zeugma’nın Sanat Müdürü olarak farklı bir sanat deneyimi kazandım.
2013 yılında renkli çalışmalarım bana daha çok dekoratif gelmeye başladı. İŞİD´in Suriye’deki savaşı beni derinden yaraladı. Bu savaş ve etkilerini anlatmak bu buluşumla birleşti.“İyi bir sanatçı en basit olanla en etkili olanı birleştirmeli” diyerek bir başkaldırı başlattım ve kurşun kalemi tuval üzerine işleme kararı aldım.
V.U.: Son dönemde çok güçlü bir şekilde ifadelerini öne çıkardığınız portre ağırlıklı çalışmalar yapmaktasınız. Yaptığınız bu portre çalışmalarında siyah-beyaz ve nadiren de kırmızı kullanmakta ve çalışmanızı çizgisel hareketlerle kalem ile tuval üzerinde oluşturmaktasınız. Çalışmaların temelinin siyah beyaz renklerden oluşması da bir anlatım dili midir? Portrelerin arka planındaki kişiler özel bir seçimle mi bir araya geldi yoksa rastlantısal mıydı? Bu proje nereden doğdu? Bu portrelerle anlatmak istediğiniz nedir?
A.Z.: Sanatsal olarak en güçlü anlatım dilim renkler olmasına rağmen, öğrenim yıllarımdaki portrelerim aklıma takıldı. Bu renklerin bir alt yapısı ve yıllara dayanan bir hikâyesi olduğunu fark ettim. Bazı olaylara karşı tavrınız sizin renginizi belirliyor. 2013 yılına geldiğimde renkli çalışmalara doymuştum ve yaptığım çalışmalar beni ne kadar anlatsa da farklı değildi. Her yaptığım eser alıcı buluyordu. İŞİD’in Suriye’de yaptığı korkunç katliamlar beni derinden sarsmıştı. Bu savaşın etkilerini anlatmak için bu buluşumun iyi bir fırsat olduğunu gördüm ve bu projem bunun sonucunda ortaya çıktı. Sanatta kalıcı olan “En basit olanı en etkili ve anlaşılır kılmaktır.” diyerek kendi dünyamda bir başkaldırı başlattım. Kurşun kalemi tuval üzerine işleme kararı aldım. Artık bu benim kendimi yorumlama gücümdü. Bütün boyalarımı bir kenara bırakarak “Monokron / Tek renk” eserler çıkarmayı hedefledim. Projemin ilk aşamasında savaş kurbanları olan yaşlı ve çocukları tercih ettim. İkinci aşamasındaysa bu yaşanan savaşa Avrupa’nın tepkilerini ekledim. Bütün projeyi beynimde kurgusal olarak farklı bir yeni boyutta tamamladım. Çalışmaların fotoğraflarını yandan çektiğinizde heykel gibi görünüyor. Sanat dünyası bir anda bu durumu anlamaya çalıştı. Çünkü teknik olarak tuvalin dokuları sert olduğundan kurşunkalem tutmaz ve zamanla döküldüğü için bu riski hiçbir sanatçı göze alamazdı. Kendime özgü olan bir konsept geliştirerek kurşunkalemin tuval üzerinde kalmasının reçetesini de buldum. Bugüne kadar süreç içinde farklı keşiflerimi derinleştirdim. İlk dönemde sanat dünyası resimlerimdeki mesajlardan çok tekniğim üzerine soru ve riskleri üzerine konuştu. Oysa resim sanatında çizgilerinizi okuyanlar rahatlıkla bu mesajlara ulaşabiliyorlar. Kendinizi ifade ederken kimliğiniz de kendilğinden oluşuyor. Bu kimliğiniz her geçen gün genişliyor ve karşınıza vizyon olarak çıkıyor. Sanatsal bilgi ve birikimim duygusal zekamla bütünleştirince kendi farklılığımı ortaya koymaya başladım. Sanat sadece kendini ifade etmek değil, aynı zamanda kendine özgü bir duruş oluşturabilme kabiliyetidir. Yeri geldiğinde, çizgilerimdeki gibi sert ve eleştirel yaklaşarak “Estetik – Pazar” kaygılarımı kırmaya başladım. Sanatın asıl ağırlığı; toplumsal ve eleştirel olarak sanatın ve toplumun sessizliğini bozan eleştirel motiflerdedir. Ben işlerimi ticari kaygılarla, eserimi alsınlar diye yapmıyorum. Tam aksine yaptığım her eseri alıyorlar. Zaten sanatçının farkı da burada ortaya çıkıyor. Yaptığım eserler kimsenin evine asmaya cesaret edemeyeceği kadar korkutucu olmasına rağmen kendi içimizdeki insanların resme yansıyan yakınlığından etkileniyorlar. Ürkütücü de olsa içimizdeki duygu yoğunlaşmasını resimlerimde görüyorlar. Bunlar güzel kadın motifleri olmadığı gibi dekorasyon amaçlı kişilikler de değil. Bu ihtiyacın sebebini sanatsal bakış açıma bağlıyorum.
Benim için sanat; insanların ruhundaki derinlikleri ve yüzlerinde gizli olan duygusal kırılmaları ifade edebilme biçimidir. Onların yaşadıkları tüm zaman evrelerini işleyerek kendi içlerinde ve birlikte zamana yolculuk yapmamızı sağlıyorum. Dolayısıyla insanın kendisiyle barışık yaşamasının farkına varmasını irdeliyorum. Süreç içinde yaşadıkları sevinçlerin bıraktığı renkleri görebilmeli, acılarının izlerini okuyabilmeli ve mimiklerini saran çizgilerde de duygularını yorumlayabilmeliyim. Hatta gözlerinde bir okyanus gibi derinleşen bilgeliği ve kendine olan güveni görüp gösterebilmeliyim. Kısacası; ak düşen saçlarını tel tel sayabilecek hissiyatı sanatsevere verebilmek, her yaşın oluşan doğal güzelliğini bir zenginlik olarak algılayabilmek ve bir saygınlık abidesini cesurca anlatabilmek… Sanatseverleri yaşamış olduğum karelerin içine çekerek, bir zaman tünelinde sonsuz bir yolculuğa sürüklüyorum.
V.U.: Monokrom (tek renk) kullanarak resim yapmanın dezavantajına rağmen yüksek mesaj içeren resimleri ortaya koyabilmenizin kaynağı nedir?
A.Z.: Sanatsal donanımınız anatomi bilginizle birleşince farklı bir algılama ve yorumlama gücünüz oluşuyor. Kullandığınız teknik ne kadar risk taşısa da, bu kendi içinde avantaja dönüşüyor. Başka bir ifadeyle; parmaklarınızın anatomik kıvraklığı sanatsal ve sosyal bilgi birikiminizi kendi yeteneğinizle birleştirir. Bunları bir araya getirdiğinizde karşınıza gerçek sanat eserleri çıkar ve sizi diğer sanatçı arkadaşlarınızdan farklılaştıran bir çizgiye taşır. Benden önce hiçbir sanatçı arkadaşım tuval üzerine kurşun kalem yöntemiyle ürünler çıkarmamıştı. Bu benim için farklı bir yorum gücüydü. Böyle bir tekniği sanatımın merkezine koyarak başladım. Tuval üzerindeki ana motifimi detaylandırarak bütün gizemli ton geçişlerini işlemeye başladım. Anlatım gücü ve kalem rutuşlarım belirginleşti. Resimlerimi detaylı izleyenler gerçek realist tarzdan uzaklaştığımı fark ederler. Ben çalışmalarıma daha çok “Emotional Realizm” (Duygusal Gerçeklik)deniliyor. Hiper Realist anlatım tarzında sanatçılar; fotoğrafların bile gözden kaçırdığı ayrıntıları işleyerek, kendi derinliklerini ve eklenti doku farklılıklarını irdeleyerek form ve renk değerlerini işler, daha da ileri giderek yeni renk değerleri ekler. Hiper gerçekçi sanatçılarımızla benim aramdaki farklıkların başında renk tercihi gelir. Ben bir rengin tonlarını vuruşlarımla veriyorum. Elimle lekeleme veyahut bir silgi ile tonlamaya girmiyorum. Bunu kirlenme ve zayıflık olarak görüyorum. Tonlama ve geçişleri doğrudan kalem vuruşlarımla dengeliyorum.
Kendime özgü olan kök boya tekniğinde zaten bir renk deryası içinde yüzüyordum. Bir sonraki evremde tamamen sadeleşmeye ve daha yalın bir dilin kullanılması gerektiğine inandım. Eğer elinizdeki malzemeyi farklılık yaratarak yorumlayabiliyorsanız çıtayı aşmışsınız ve kendi kaynağınızı keşfetmişsiniz demektir. Benimki daha çok kendimle olan muhasebemdir. Elimde duran küçük bir kurşunkalemden daha etkili bir eser yaratabilir miyim? Kendi içinde devamlı bir derinlik yaratan, kendini yenileyen bir dönüşümü yakalayınca kendi kaynağınız derinleşir , sanatsal evreniz genişler, derinlik ve farklılık yaratan bir çığır açarsınız. Sanatın özü zaten farklılaşmaktır. Bu da delilerin işidir. Benimkisi “Buyur sana kurşunkalem ve tuval” diye bir meydan okumadır. Belki de haksızlıklara ugradığım dönemlere meydan okumadır. Belki de sanatta “Ben biliyorum” diyenlere meydan okumadır. Bu işi benim gibi yaparsanız belki kimse evine dekor olarak sizin eserlerinizi koyamayacak, ama insanlık tarihine hatırı sayılır bir miras bırakmış olacaksınız. Ben bu bilinçle hareket ettim. Belki de emeğimi çalan sanat akademilerinin negatif tutumu farkına varmadan beni motive etti. Daha iyi olmak için daha çok çalışmak gerekiyordu. Benim bu tarzdaki çalışmalarım bir isyanın sonucudur. Umarım yeni nesillerimizin önünü açarız.
V.U.: Bu projede kullandığınız malzeme ve tekniği detaylı anlatabilir misiniz?
A.Z.: Bendeki teknik kurşunkalem, renkler ise kurşunkalemin tonlarıdır. Malzeme olarak tuval, bolca kurşun kalem ve kendi hazırladığım koruyucu tabakayı kullanıyorum. Bu malzemelerimi hazırladıktan sonra kafamda belirlediğim kompozisyon için önce tuvali gereken gerginlikte geriyorum. Hiçbir astar ve koruyucu kullanmadan taslağımı kabaca tuvalime yayıyorum. İlk aşamayı tamamlayınca derinlik ve renk derecelendirmelerimi sadece kurşun kalemimin vuruş derecesi ve sertliğiyle dengeliyorum. Yumuşaktan daha derin bir ortama geçişleri böylece kurşun kalemimin tonlarıyla yaratıyorum. Elimdeki motifi aşama aşama tasarlıyorum. Önceden aklımda belirlediğim motifim tuvalimde belirginleşmeye başlıyor. Kompozisyonun ön tasarımını tamamladıktan sonra aşama aşama kurşun kalemle sert bir şekilde çalışıyorum. Motifimin gözbebeklerine yansıyan ışık, derinlik ve doku farklılığı motife canlı bir yaratıcılık katıyor. Yüzlerindeki yaşam izleri, doku farklılığı tek bir kurşun kalemin tonlarıyla oluşuyor. Farklı hareketli perspektiflerin oluşması için çalışma aşamasında boyutsal ışınlar görecek şekilde belirli köşe taşlarını beynimde belirliyorum. Resmi daha önceden beynimde belirlediğim için ışığın hangi yönlerden geldiğini de görünce çalışma bitmiş oluyor. Yüzündeki çizgileri, kılcal damarı ve tüylerinin ışık karşısındaki farklı kırılmalarını kendi boyutlarıma indirgiyorum. Bazen başka renk katarak çalışıp farklı bir ahenge ulaşıyorum. Burada renkleri daha çok tercih ediyorum.
Kurşun kalem tekniğinin en önemli özelliklerinden birisi de hatayı direk yüzünüze vurmasıdır. Bütün çizgilerin yerine oturması gerekiyor. Eğer silgi kullanırsanız eserin üzerindeki izler leke olarak karşınıza çıkar. Hatalı çalışmayı hemen çöpe atmanız en doğru olanıdır. Silgi kullanılmadığında hiçbir hatalı çizginin oluşmaması sonucunda karşınıza bir sanat eseri çıkar. Diğer önemli bir nokta ise yaratmış olduğunuz eserin yıllarca korunmasını sağlamanızdır. Bunun için kendi hazırladığım koruyucu tabakayı fırçayla tuvale yediriyorum.En son aşamada bir kez daha tuvali korumaya alıyorum.
V.U.: Bu portrelerle ne anlatıyorsunuz? Bu anlatımınızın şu an yaşadığınız Almanya’da karşılığını nasıl görmektesiniz?
A.Z.: Eserlerimin çoğu Suriye’deki savaş sonrasında oluşan tepkilerin sonucu olarak ortaya çıktı. Yaşanılan acılar son bulsun diyerek yola çıktım. Motiflerimin çoğunu özellikle savaşı birebir yaşamış olan insanlardan seçmiştim. Bazılarını ise sanat fuarlarında tanıdım. Sohbet ederek karakterlerini anlamaya ve mimiklerini izleyerek ruhlarının derinliklerine inmeye çalıştım. Kimisinin yüzünde korkunun, kimisinin yüzünde acının, kimisininkinde sevincin bir anlık hâlini gördüm ve bunları karşılaştırdım. Bu yolla çalışmalarımda zamanı durdurdum.Onların yüzlerindeki abartılı ifadeleri yansıtarak sanatseverleri bir zaman tüneline çekmeyi başardığımı fark ettim. Kendi farkımı bana hissettirdiler. Eserlerimden etkilenen sanatseverlerin yüzlerindeki şaşkınlığı gizlemeden ve ardı arkası kesilmeyen “Bunları nasıl yapıyorsunuz, kurşunkalemden sanat eseri yaratmak nerden aklınıza geldi?” gibi sorularla karşılaşmamın sebebi budur. Avrupa’daki sergilerimde çalışmalarımın karşılığını aldım. Her katıldığım sergide yeni sergi teklifleriyle karşılaştım. Genelde bireysel sergi tekliflerini değerlendirmeye alıyorum. Karma sergilere bazı sebeplerden dolayı katılmıyorum. Her katıldığım bireysel sergim basında ve kamuoyunda bir karşılık buluyor.
V.U.: Türkiye’de yaşayan ve özellikle yurt dışıyla bağlantısı olmayan kişiler, yurt dışında yaşayan bir sanatçıya neredeyse sınırdan girince tüm kapıların anında açıldığını düşünüyor. Yaşadıklarınızı ve edindiğiniz tecrübeleri bu söyleşi aracılığıyla yurt dışına açılmak isteyen Türk sanatçılarıyla paylaşır mısınız?
A.Z.: Avrupa’da sanatçı olmak için sanat akademisi okumanız bir şey ifade etse de, mesleğinizi icraa etmek için yeterli değildir. Burada binlerce arkadaşımız maalesef devletin verdiği işsizlik yardımına muhtaç ya da başka bir iş alanında çalışarak yaşamını idame etmek zorunda. Benim gibi sadece sanatından yaşayan sanatçı arkadaşlarımın sayısı maalesef fazla değil. Ben “sanatçıyım” deyince burada bütün kapılar açılmıyor. Bağlantı sağladığınız bütün ilişkilerinizde insanca davranmalısınız ki ilişkinizde bir devamlılık yaratabilesiniz. Benim gelişim evrelerimde insani yanımın ve samimiyetimin de büyük etkisi oldu. Prof. Dr. Hajou Klein, Prof. Dr. Frank Günther Zehnder, Dr. Winfried Gellner, Dr. Steffanie Eckhardt, Prof. Dr. Eberhard Linke gibi önemli sanat eğitmenleri ve nice güzel sanatçı arkadaşlarımla birlikte çalışma imkanı yakaladığımda bu insani yanımı da ön plana çıkardım. Ben farklıyım diye “ukalalık” yapmadım. Onların tenkitlerine kulağımı kapamadım. Sonuçta bu durum sanatım adına bana çok şey kattı. Lütfen; galeri sahibi ile ilişkilerinizde bırakın ticareti o yapsın, siz de sanatınızı yapmaya devam edin. Galeri sahibinden izinsiz koleksiyoncuya asla eser satmayınız. Bunu yaptığınızda kendi önünüzü kendiniz kapatmış olursunuz.
Avrupa’da sanatçılar açısından en önemli evre müzelerde, devletin sanat merkezlerinde sergiler açmak ve eserlerinin satın alınmasıdır. Bu aşamaya ulaştığınızda önünüz açılır. Avrupa’daki her şehrin modern sanat müzeleri olmak üzere yirminin üzerinde profesyonel sanat galerisi vardır. Çoğu iyi bir sanat eğitimi almış sanatçılardan oluşur ve arka planda da sanatçılarını yaşatan koleksiyoncular vardır. Mümkünse en az ikinci sınıf veya üzerindeki sanat fuarlarında mutlaka galeri sahibi vasıtasıyla yer almaya çalışınız ki; bir getirisi ve katkısı olabilsin. Üçüncü sınıf sanat fuarları ise para karşılığında katılıma izin vermektedir. Bu tür fuarların maalesef sanatçıya bir katkısı olmaz. Profesyonel sanatçılar zaten galerilerle çalıştıklarından bu tarz sergilere katılmamaları gerekir…
V.U.: Avrupa’da yaşayan bir sanatçı olarak burada bulunan ressamlara tavsiyeniz nedir?
A.Z.: Bulunduğunuz ortam içinde kendinizi geliştirmelisiniz. Hiç vazgeçmeden devam etmelerini ve kendilerine aşmalarını tavsiye ederim. İyi işler er ya da geç fark edilir. Sanatınızın tüm evreleri gizlidir. O enerjiyi ve motivasyonunuzu kendi dünyanızda oluşturun. Ne hissediyorsanız, onları yaşayın. Kendi sanatınızla nefes alıp, güne öyle başlayın. Önce kendi kendinize yeteneğinizi kabul ettireceksiniz. Her gün disiplinli çalışmanız lazım. Sanat çiçek gibidir, suyunu vermezseniz kurur. Zaman zaman aç kalabilirsiniz, açlık da çekebilirsiniz. Ben aç da kaldım, açlık da çektim ama asla vazgeçmedim. Ne sanatım beni aldattı ne de ben sanatımı aldattım. Sanatımdan başka iş yapmadım, yapmayı da düşünmedim. Avrupa’nın önemli sanat insanlarıyla ve galerileriyle çalışma olanakları yakaladım. En önemli sanatsal birikimlerimi de Avrupa sanat arenasında kendimi geliştirdikçe edindim. Yaşam felsefemde “ancak – ama – keşke ” gibi terimlere yer vermemem gerektiğini öğrendim. Kendi yörüngemin içinde dönen enerjimi bir bütün olarak yapılacak projelerim üzerinde birbirinin içine geçecek şekilde iç içe sarmalamadım. Duygusal kırılmalar yaşasam da bu negatif enerjinin nerden ve nasıl geldiğini bildiğimden dolayı aldırmadan yoluma devam ettim. Dolayısıyla her sergim benim için bir dönüm noktası oldu.
V.U.: Avrupa’da sanatın aldığı yol ile ülkemizdeki sanat adına üretim yapanların ortaya koydukları arasında bir durum tespitini yaparak değerlendirmede bulunur musunuz?
A.Z.: Avrupa sanat devrimlerinin tamamlandığı ve sanat yapabilme özgürlüğünün tartışıldığı bir süreci yaşarken, Türkiye’de sanatsal yapılanmalar sadece algılama düzeyinde seyrediyor. O yüzden geldiğim ülkenin görsel sanatlar açısından Avrupa sanatıyla muhasebesini yapmaya kalkmamız biraz gülünç olabilir. En son eserimi ülkemde yapabilir miyim? Asla! Gerek sanat ve yaşam felsefesi, gerek kültürel gerekse sanat piyasası itibariyle bir kıyaslama yapmak doğru olmaz. Çünkü Türkiye’de sanatçıları yetiştiren sanat akademileri sanat eğitimi olarak Batı sanatını birebir aktarmak durumunda kalıyor. Bu açıdan bakılınca Avrupa görsel sanatın dinamosu konumundadır. Avrupa’da sanat mental olarak, toplumun yaşam biçimi, estetik değerleri ve kültürel zenginlikleriyle birebir gelişim gösteriyor. Türkiye’de bu var mı?
Avrupa’da ya sanatçısınız ya da değilsiniz. Ortası olmaz. Bu işten yaşamını idame eden, geceli gündüzlü yaşayanlardır. Bu tarz sanatçıların birlikte çalıştığı sanat galerileri vardır. Sanatçı ile galerist birbirini tamamlar. Sanatçı eserlerini üretir, galerist ise pazarlamasından tutalım, bütün organize işlerine bakar. Avrupa’daki sanatın köklü bir tarihsel tecrübesi olup, devlet erki olarak güçlü bir gelişim evresi ile destek oluşturuyor ve sanat özgür kalıyor. Akıbetinde sanatın farklı ve üretken boyutu başka bir ivme kazanıyor.
Almanya’nın Köln kentinde çok canlı bir sanat dünyası var. Bu şehirde resim sanatına ilişkin yedi müze bulunuyor ve dördü şehir yönetimi tarafından desteklenen on ikiye yakın sanat derneği var. İlginç olan ise şu: Bu derneklere kayıtlı ressam sayısı 2 bin. Yaklaşık 800 ressam çalışmalarını özel atölyelerinde sürdürüyor.
Gelinen aşamada günümüz modern sanatın temelini oluşturan ‘küreselleşme’ projesi sanatçılar ve entelektüelleşmeyle eşanlamlı bir deyim olarak insanlara aktarıldı, kapital, sanata hükmetmeye başladı ve sanat özgürlüğü üzerindeki en önemli tehlike hâline geldi. Andy Warhol gibi ressamlar Amerikan kültürünün Dünya’ya sunduğu nesneleri, topluma mal olmuş simgesel insanları, sabun kutularını, kola kutularını, sigara paketlerini biraz da alaycı ve ironik bir biçimde işlemiştir. Toplumun tabularına saldırdığı gibi idolleriyle dalga geçmiştir. Bu akımdan etkilenen ülkemiz sanatçıları da ülkemizin içindeki sorunların dışında kalarak toplumun sembolleşmiş isimlerini resmedip “zaman aşırı kompozisyonlar” gibi çalışmalarla farklı bir hayal dünyası sunmuştu. Aslında bir toplumun sanatsal dokularında koleksiyoncuların da payı vardır. Bu ivmeyle sanatçı nefes alır, verir. Bu ivmeyle sanatçıların nabzını da ölçebilirsiniz.
Sanatçının çalışmaları hakkındaki RÖPORTAJ'in orijinali KOLAJART‘da
http://kolajart.com/wp/2018/12/08/vecdi-uzun-ali-zulfikar-ile-soylesi/